Daha önceden çok istediğimiz ama bir türlü fırsat bulamadığımız İzmir’e gitmek üzere yola çıkıyoruz. İzmir’e giderken yol üzerinde birkaç noktaya da uğrayacağız. İlk durak Yalova’daki Yürüyen Köşk olacak, daha sonra Balıkesir iline bağlı Cundaya (Alibey Adası) gideceğiz. Sonra ise ver ilini İzmir.
Yine her zamanki gibi sabah erken saatlerde yola çıkıyoruz. Oğlum Can henüz 1 yaşında kurtarıcımız babanesi de yanında. İstanbul’dan Eskihisar feribot iskelesine yaklaşık 1 saatte geliyoruz. Eğer yolculuk güzergâhımızda feribotlu geçiş alternatifi var ise mutlaka bir feribotu kullanırız. 40 dakikalık bir feribot yolculuğundan sonra Topçu’lar iskelesine yanaşıyoruz. İskeleden 15 dakikalık bir yol ile Yürüyen Köşk’e varıyoruz. Yalova’nın merkez ilçesi İsmet Paşa mahallesinde bulunan Köşk 1929 yılında Millet Çiftliği içerisinde yaptırılmış. Yürüyen Köşk’ün hikayesi ise başka, Mustafa Kemal Atatürk, 1930 yılında bu köşke gittiğinde yandaki çınar ağacının dalının köşkün çatısına kadar geldiğini görür ve oradaki çalışanların köşkün çatı ve duvara zarar verdiğini söylerler. Atatürk’ten bu çınarın bazı dallarının kesilmesi için izin isterler. Atatürk ise köşkün bir ray üzerinde biraz ileriye alınmasını ister. 8 Ağustos 1930’da yürütme çalışmaları başlar. Başmühendis Ali Galip Alnar ve teknik ekibi tarafından köşk yürütülür. Şimdiler de maalesef böyle düşünceler ne yazık ki yok bırak bir ağacı yeri geldiğinde ormanı bile yerleşim yeri açmak için heba edebiliyoruz. Ne diyelim inşallah ülkemizdeki bu aşırı betonlaşma bir gün sona erer.
Köşk ziyaretinden sonraki durağımız olacak olan Cunda’ya doğru hareket ediyoruz. 4 saatlik uzun bir yolun sonunda Cunda’ya ulaşıyoruz. Eylül ayı olmasından dolayı yavaş yavaş tatilciler dönmüş öyle aşırı bir kalabalıklık yok. Birazda havanın kapalı bir gününe denk geldiğimizden midir Cunda baya sakin. Aracımızı park ettikten sonra kendimizi Cunda sokaklarına bırakıyoruz. Oğlum Can’da omuzlarımda tabi. Cunda’ya geldiğinizde mutlaka Taş Kahve’de kahve içinde dediler ama bizler kahve çok sevmediğimizden sadece Taş Kahve’nin otantikliğine hayran olduk 🙂 Cunda ufak bir yer ve gezilecek ve görülmesi gereken yerler birbirlerine yakın. Sırasıyla, Despot Evi, Cunda’nın tek camisi olan 1905 yılında Abdülhamit tarafından yaptırılmış Hamidiye Cami’sini görüyoruz. Ara sokaklarda ve ufak incik boncuk satan tezgahların arasından Taksiyarhis Kilisesi’ne geliyoruz. İlk olarak tam ne zaman yapıldığı bilinmeyen kilise 1873 yılında eski temelleri üzerine yeniden inşa edilerek yapılmış. Bakımsızlıktan yıkılmaya yüz tutan bu tarihi kilise, 2011 yılında Rahmi Koç tarafından orijinaline sadık kalarak restore edilip bugünkü görünümüde ulaşmış. Bu tarihi yapı şuan Rahmi M. Koç Müzesi olarak faaliyet gösteriyor. Müzeyi gezdikten sonra Aşıklar Tepesi denilen böyleye doğru hareket ediyoruz. Hava baya bozdu ve oğlum Can’ında uykusu geldi. O babanesi ile arabada beklerken biz Fatma ile Aşıklar Tepesi’ndeki Agios Yannis Kilisesi’ne geliyoruz.
Çevrede birçok yel değirmeni var. Bu kilise, 18. yüzyılda yapılmış. Yine 2007 yılında Rahmi Koç tarafından restore edilmiş. Cunda’yı panaromik olarak izlerken burada yer alan kafede çayınızı Ya da kahvenizi yudumlayabilirsiniz. Ayrıca içerisinde ufak bir kütüphanede var. Çayımızı içtikten sonra hemen yolun altında yer alan Agia Triyada Kilisesi’ne geliyoruz. Kilisenin çatısı kalamaış sadece üç yan duvarı olan yapı harap olmuş durumda bu yapıya Panaya Kilisesi’de deniliyormuş. Yolumuz uzun olduğundan fazla oyalanmadan Cunda’dan ayrılıyoruz.
Cunda’dan ayırılırken daha geniş bir vakitten tekrar gelmek üzere İzmir’e doğru hareket ediyoruz. 3 saatlik yolun sonunda İzmir’e Konak ilçesine geliyoruz. Daha önceden yer ayrıttığımız otele yerleşiyoruz. Uzun bir yol oldu ve oğlum Can ve babanesi çok yoruldular. Odaya yerleştikten sonra hemen yemeklerimizi yiyor, kafalarımızı yastığa koyuyoruz. Yarın İzmir merkezi gezeceğiz.
Eylül 2015